İslâm Dünyasını Zillet ve Zulümden Kurtaracak Güç: İttihad-ı İslâmdır! – Hüseyin Yılmaz
Bıçak ağzı kadar keskin, ateş kadar yakıcı mevzular vardır… Fakir için, İslâm dünyâsı ile Batı, o mevzuların mühimlerinden… Bu iki hasım güç arasında, iki asır öncesine kadar, amansız bir düşmanlık hükümrandı.
Sonra bu şifa bulmaz düşmanlık, izahı kabil olmayan bir kırılma yaşadı, bir istihale geçirdi. Bizde Batı düşmanlığı, yerini önce alçaltıcı bir kompleks ve hayranlığa, sonrasında muhabbet ve Batıperestliğe bıraktı. Batının bize düşmanlığı ise daha alçak, daha dessas ve daha dişi, lâkin daha kuvvetli ama dost maskeli münafıkça bir düşmanlığa bıraktı yerini.
İslâmiyet, son din olduğundan, ister istemez iki eski güç mihrakını hasım güç bulmuştu karşısında: Havra ve Kilise, yani Yahudiler ile Hıristiyanlar…
Dinlerini bozulmuş ve hükümsüz ilân eden Kur’an ve müntesiblerine karşı, bu iki eski mihrakın takındığı hasmâne tavrı, târihin tabiî seyri iflâhı kabil olmayan bir düşmanlığa çevirir. Kendi aralarında kavgalı olmalarına rağmen, İslâmiyet karşısında aralarında su sızmaz iki müttefiğe dönüşen muharref bu iki eski inancın mensûbları, asırlar boyunca Müslümanların kılıcı karşısında ecel terleri döker.
Emeviler, Abbasiler, Endülüs, Selçuklu ve Osmanlının tebliğ ve fetih sahası coğrafyalarını korumak için kurdukları ittifaklar sayesinde, Avrupa’nın tertib ettiği Haçlı orduları, İslâm ordularının güç ve kılıcı karşısında asırlar boyunca acı mağlubiyetler yaşar, büyük bozgunlara uğrar.
İslâm dünyası, -zaman zaman bazı iç meseleleri olsa bile- küfür âlemi karşısında ağaçları iç içe geçmiş kesif ormanlar gibi müttehid durmaya, yaklaşık bin yıl muvaffak olur. Bu bin yıl, Batıya tek hakikati öğretir: İslâm dünyasının uhuvvet ve birliğini bozmadan, savaş meydanlarında onlara galip gelmesi mümkün değildir…
Batı, bir taraftan İslâm âleminin galibiyetine esas teşkil eden ilmî inkişafları, büyük bir gayretle kendi topraklarına taşıyıp üzerine yeni inşâlarda bulunurken, beri taraftan asıl güçleri olan inanç ve ahlâklarını, Şeytanî bir dessaslıkla bozmaya çalışır. Asırları birkaç satırla özetlemenin güçlüğü ortada, geçiniz…
Ve Batı 16. Yüzyıldan beri sahnelemek için alt yapısını kurduğu büyük plânını artan bir hızla tatbike koyulur. Nihâyet birinci Cihân savaşından mağlûb ve dağılmış çıkan İslâm dünyasını, dinmez bir gayz ve büyük bir keyifle parseller.
Milliyetçilik adı altında İslam ülkelerine saldığı ırkçılık hareketleri ile sadece dilleri farklı bütün Müslüman kavimleri birbirileri ile kanlı bıçaklı düşmanlar haline getirmekle kalmaz, yarım asır fiilî bir işgal, sonrasında ise kıyamete kadar sürmesini arzu ettiği mânevî bir esâret altına alır.
Görünürde bu hükmün tek istisnası var: Türkiye… Ama hakikat çok daha acıklıdır: Türkiye’yi, hepsinden daha korkunç, daha dessas ve daha tehlikeli bir plânla Lozan’da bütünüyle satın almıştır Batı. Görünüşe göre hür, ama gerçekte bütün değerleri tahrîb edilmiş, devlet gücüyle bütün mefâhiri red edilip düşman mevkiine konmuş zavallı, beyninden ve göbeğinden esaret altına alınmış, İslâm ülkelerinin tamamına düşman, satılmış bir ülke çıkar ortaya…
Bediüzzaman ile muasırlarından üç beş kişi harekete geçer. Bu rezil, bu haysiyet kırıcı tabloyu değiştirmek için canla başla, hayatlarını ortaya koyarak, kendi ülkelerinde düşman addedilme pahasına İslâmiyet’in bu topraklarda yeniden inkişafı için her türlü takdirin ötesinde bir mücadele verirler.
Bugünün ümid vaad eden tablosunu, hiç şübhesiz büyük çapta onların irâde, cehd, gayret ve fedakârlıklarına borçluyuz. Kolay olmaz şübhesiz…
Türkiye’deki hâkimiyetinin riske girdiğini hissettiği vakitlerde Batı, ya bir askerî darbe, ya da zındıkâne müdahâlelerle Müslümanların önünü keser, tertibler yapar, entrikalar sergiler ama bu büyük mücadeleyi ne imhaya muvaffak olabilir, ne de durdurmaya.
Benzer hareketler, İslâm dünyasının diğer topraklarında da yeşerir; çileli ve ızdırablı da olsa halk zemininde mesafeler alınır. İslâm milletlerini, kurdukları kukla devletlerle esaret altında tutmaya devam eden Batı, tertip üstüne tertip, oyun üstüne oyun kurar fakat kendisine rağmen boy atan bu inkişafların önüne geçemez, hayatını söndüremez. Çok bedel ödenmiş, ne gâm! Kervan bir şekilde yol almaya devam ediyor.
Şimdi asıl olan, her ülkeye has ve her ülkede onlarla ifade edilen bu hareketler arasında bir muhabbet ve ittihad zemini meydana getirmektir. Bunun da yolu, külli bir aklın rehberliğinde temas ve bilgi alışverişinde bulunmak, ittihad etmeye çalışmak, birlikte adımlar atmaktır.
“İttihad cehl ile olmaz!” diyen Üstad’ın sesine dikkat kesilmeliyiz. İttihad edebilmenin ilk şartı birlik olma ihtiyacını hissetmekse, ikinci şartı da tarafların sıhhatinde müttefik oldukları doğru bilgiye ulaşmaktır. Baklava şerbetinde kullanılacak beyaz tozun şeker mi, tuz mu veya esrar mı olduğu tartışmasında rakibane üçe, beşe bölünenlerin müttehid olmaları, baklava yapmaları beklenemez. Herkesin üzerinde hemfikir olduğu doğru bilgiye ulaşmadan ittihad kabil olmaz.
Önce, içine düşürüldüğümüz aczden kurtulmamızın tek çâresinin ittihad kuvveti olduğunu görmemiz lâzım. Uyutulmuş, korkutulmuş, düşkünleştirilmiş, mankurtlaştırılmış kitleleri uyandırmak gerekiyor.
Bu intibahın anahtarı bilgidir, ilim ve irfândır. Bilgiye, ilim ve irfâna yatırım yapmalıyız. Cemiyetin intibahına çalışacak numune-i imtisal çok insana ihtiyacımız var. Yatırım önceliğimiz insana olmalı. İçi boş, devasa, mutantan binalara; maksada hizmet etmeyen makinelere öncelik vermek akla ziyandır, lâkin ne hazindir ki, Müslüman camiaların bir müddettir savruldukları yer burası.
Mekteb ve medreseler, dergiler, gazeteler, sosyal medya, televizyon programları, salon toplantıları bu büyük intibahın vasıtaları olarak kullanılmalı. İslâm dünyasının en ücra ve en fakir topraklarına kadar intibah kafileleri göndermeliyiz. Temas ve sevgi, intibahın müessir unsurları olarak kullanılmalı.
Platform Sekreteryası bendenizden, “İslâm Birliği parlamentosu ve meclisi nasıl kurulur? Engeller nelerdir? Bu engeller nasıl aşılabilir?” mahiyetli bir yazı taleb etmişti. Lâkin fakir ne akademisyen, ne bürokrat, ne de siyaset adamı. Bu mevzua ışık tutmak onlara düşer. Kaldı ki, bu mevzua eğilmenin vaktinin geldiği kanaatinde de değilim, henüz.
Önceliklerimizin neler olması gerektiğini, kendi zaviyemden yukarıdaki satırlarda arzetmiştim. O zemin teşekkül ettiğinde, daha çok teknik gibi duran bu mevzuun halli daha kolay olur. Bu hususta affımı istirham ediyor ve müsamaha ile karşılanmayı ümid ediyorum.
İlle de fizikî bir varlık teşekkül ettirilecekse, meclis ve parlamentodan önce, bir nevî “Ehl-i Hal ve-l Akd” mânâ ve mahiyetinde liyakatli şuralara öncelik verilmeli. Her ülkenin mümeyyiz insanlarından teşkil ettirilecek bu şuraların, kendi aralarında kuracakları bir üst şura, küllî bir aklın tezahür kaynağı olabilir. Daha ileri adımlar da oradan atılabilir. Daha ileri ve daha doğru adımlar.
17.05.2024