YÜKSEK İSLAM ALİMLER KONSEYİ
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, 1921 senesinde telif ettiği RUMUZ adlı eserinde İttihad-ı İslamı temsil edecek ve Hilafetin manasını ve vazifelerini yerine getirecek olan bir ULEMA HEYETİ yani Alimler Meclisini izah etmiştir:
Osmanlı Devletinde padişahların Sultan sıfatı ile saltanatı yani siyasi liderliği temsil ettiğini, Halife sıfatı ile ise, Dini Liderliği temsil edip İslam Aleminin bayrağı olduğunu ifade eder.
Saltanat itibariyle otuz milyon Osmanlı vatandaşına nezaret ettiği gibi; Hilafet itibariyle üçyüz milyonun (o devirde bütün Müslümanların) arasında birleştirici Nurani bir Rabıta ve dayanak noktası olması gerektiğini belirterek, saltanatı yani siyasi merkezi ve sorumluluğu Sadaret/Sadrazam/Başbakan ve Hilafeti Şeyh-ül-İslam/Meşihat makamının temsil ettiğini söyler.
Sadrazam üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebetler içinde, içtihadlardaki müdhiş kargaşa, Müslümanların fikirlerinde dağınıklık ve perişanlık, fesad kaynağı Avrupa medeniyetinin yurdumuza girişiyle ahlâktaki müdhiş gerileme ve düşüş ile beraber, Şeyhülislamlık makamı bir tek şahsın içtihadına terkedilmiş diyerek istişare ve şura sistemindeki eksikliğe dikkatleri çekmiştir.
“Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.”
“Hem nasıl oluyor ki, işler daha basit seviyede iken ve müminlerde taklid ve teslim câri olduğu zamanda, tam nizamlı olmasa da, Şeyhülislam, bir şûraya, enazından Kadıaskerler (en yüksek hakimler) gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş basitlikten çıkmış, taklid ve ittiba’ gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder?” diyerek, Osmanlının son devrinde Dini Merkezi Otorite olan Hilafetin tek bir şahsın sorumluluğuna yüklenmesinin yanlış olduğunu ve yükselme devrinde dahi bir Şura heyetinin mevcud olduğunu hatırlatır.
“Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.
Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.”
Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda Hilafet sisteminin yüksek bir Alimler Şurasına dayanan bir şahs-ı manevi olması gerektiğini savunur. Ta ki, sözünü Ümmetin tamamına işittirebilsin ve dinletebilsin. Dine taalluk eden noktalardan, sırat-ı müstakime sevkedebilsin. Yoksa ferd dâhî de olsa, cemaatin ferd-i manevîsine karşı sivrisinek kadar kalır. Dahi bir Halife bile seçilse, bazı İslam ülkelerinde ve bazı bölgelerde bu tek kişilik makamı dinlemeyecek, itaat etmeyecek cemaatler çıkacaktır. Böyle mühim bir mevki böyle sönük kalmakla, İslam Alemi çok tehlikelere maruz kalacaktır.
“Hattâ diyebiliriz; şimdiki dinde zayıflık, ve şeair-i İslâmiyetteki lâkaydlık ve içtihatlardaki kargaşa, Şeyhülislam Makamının zaafından ve sönük olmasından meydan almıştır. Çünki haricde bir adam re’yini ferdiyete istinad eden Meşihat’a karşı muhafaza edebilir. Fakat böyle bir Şûraya istinad eden bir Şeyhülislâm’ın sözü, en büyük bir dâhîyi de ya içtihadından vazgeçirir, ya o içtihadı ona münhasır bırakır.”
Her liyakat ve ihtisas sahibi Müçtehidin içtihad edip hüküm çıkartma hürriyetinin bulunduğunu fakat o içtihadının uygulanabilmesi için Alimlerin İcmasına ve Cumhurun tasdikine gerek olduğunu belirten Bediüzzaman Hazretleri, Şuraya istinad eden bir Halifenin / Başkanın manen bu sırra mazhar olacağını ifade eder. Parlak İslam Şeriatında / İslam Hukuk Sisteminde daima icma’ ve re’y-i cumhurun fetva kaynağı olduğunu ve İslam Dünyasında fikri ve ameli kargaşayı yokedecek sistemin kesinlikle böyle bir Yüksek Alimler Meclisi olacağını iddia eder.
Siyasi Otorite ve Dini Otoritenin güçlü bir devlet idaresinde iki kanadı teşkil ettiğini ve Osmanlı İslam Devletinde bu iki kanat eşit ve aynı saygınlıkta olmazsa devletin ileri gidemeyeceğini beyan eder. Devletin terakki edip ilerleme gösterse bile, fesad edici Batı medeniyetinin etkileriyle mukaddesatından tavizler vereceğini ve maneviyatta gerileyeceğini iddia eder ki daha sonraki yıllarda Türkiye’nin ve pekçok Müslüman ülkelerin düştüğü manevi buhranlar ve maddi gerilikler bu iddiaları isbat etmiştir.
“İhtiyaç her işin üstadıdır. Şöyle bir şûraya ihtiyaç şediddir. Merkez-i Hilafette tesis olunmazsa, bizzarure başka yerde teşekkül edecektir” şeklinde ikazıyla, şayet İslam Birliğini temsil edecek böyle bir Şura/Alimler Meclisi hilafet merkezi olan İstanbul’da tesis edilmezse, zaruri olarak başka İslam Ülkelerinde teşekkül edeceğini haber vermiştir ki, bu haberden 48 yıl sonra 1969’da İslam Konferansı Teşkilatı (şimdiki adıyla İslam İşbirliği Teşkilatı) Cidde merkezli olarak kurulmuştur, Dünya Müslüman Alimler Birliği de Katar-Doha’da kurulmuştur ve Başkan olarak Prof. Dr. Yusuf el-Karadavi seçilmiştir.
“…. vasıtasız, doğrudan doğruya bu vazife-i uzmayı deruhde edecek hâlis İslâm bir Şûra lâzımdır.”
Bediüzzaman Hazretleri, böyle bir İslam Şurasına, memleketimizin büyük muttaki İslam Alimlerinin, cemaatlerin ve turukların başlarındaki Seyyid Mürşidlerin ve İslam Dünyasından da Müslümanların dinen, ahlâken itimadını kazanmış seçkin Alimlerinin İstanbula davet edilerek, bu büyük ve en hayırlı meselenin teşkil ve tesis edilmesini tavsiye etmiştir.
Vehim, şüphe ve korkulardan kurtulmamızı nasihat etmiştir. “Korkmakla din rüşvet verilmez” diyerek Dini zaafımıza sebep olan pis batı medeniyetine lanet etmiştir. Korku ve zaaf göstermenin dış tesirleri ve düşmanları cesaretlendireceğini haber vermiştir. Faydası ve hikmeti kesin olan bir hususun, muhtemel ve vehmi zararlar için feda edilemeyeceğini beyan etmiştir. Bu düsturlara binaen, acilen Ümmetin Birliğini ifade ve temsil edecek bir Yüksek İslam Meclisinin kurulmasını o zamanın ve bu zamanın devlet adamlarına ve İslam Alimlerine vasiyet etmiş ve “Bu zamanın en büyük farz vazifesi İttihad-ı İslamdır” demiştir…
(Asar-ı Bediiyye, 136-137)
Ali Konevi