MİLLİYETÇİLİK BAHSİ 26. MEKTUB Üçüncü Mebhas

MİLLİYETÇİLİK BAHSİ 26. MEKTUP ÜÇÜNCÜ MEBHAS

BismillahirRahmanirRahim

 

Ya EyyühenNasü İnna halaknaküm min zekerin ve ünsa ve ve cealnaküm şuuben ve kabaile litearefü

 

(“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyasınız diye milletlere ve kabilelere ayırdık.” Hucurat Sûresi, 49:13.)

 

Yani:

 

Litearefü münasebatil hayatil ictimaiyyeti feteavenü aleyha,  la litenakeru fetehasemu..

 

Yani: “Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve adavet (düşmanlık) edesiniz değildir!”

 

Şu mebhas “Yedi Mes’ele”dir  :

 

Birinci Mes’ele: Şu âyet-i kerimenin ifade ettiği hakikat-ı âliye, hayat-ı içtimaiyeye ait olduğu için, hayat-ı içtimaiyeden (sosyal ve siyasi hayattan) çekilmek isteyen Yeni Said lisanıyla değil, belki İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebetdar olan Eski Said lisanıyla, Kur’an-ı Azîmüşşan’a bir hizmet maksadıyla ve haksız hücumlara bir siper teşkil etmek fikriyle yazmağa mecbur oldum.

 

İkinci Mes’ele: Şu âyet-i kerimenin işaret ettiği “tearüf ve teavün düsturu”nun (tanışma, dost olma, yardımlaşma)  beyanı için deriz ki: Nasılki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki; her neferin muhtelif ve müteaddid münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin.. tâ, o ordunun efradları, düstur-u teavün (yardımlaşma düsturu, ilkesi) altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri, a’danın (düşmanın)  hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet (hasımlık, düşmanlık)  etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin için değildir.

 

Aynen öyle de: Heyet-i içtimaiye-i İslâmiye (İslam Toplumu)  büyük bir ordudur, kabail ve tavaife inkısam edilmiş (kabileler ve kavimlere bölünmüş). Fakat binbir bir birler adedince cihet-i vahdetleri (birlik yönleri, birlik noktaları)  var. Hâlıkları bir, Rezzakları bir, Peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitabları bir, vatanları bir, bir, bir, bir.. binler kadar bir, bir…

 

İşte bu kadar bir, birler; uhuvveti (kardeşliği), muhabbeti ve vahdeti iktiza ediyorlar. Demek kabail ve tavaife inkısam, şu âyetin ilân ettiği gibi, tearüf içindir, teavün içindir.. tenakür (birbirini inkar ve reddetmek) için değil, tahasum (hasımlaşmak) için değildir!..

 

Üçüncü Mes’ele: Fikr-i milliyet, şu asırda çok ileri gitmiş. Hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfî bir surette uyandırıyorlar; tâ ki, parçalayıp onları yutsunlar.

 

(Osmanlı Türkçülük, Milliyetçilik yapmadığı için 600 sene 30 farklı milleti-ırkı huzur ve barış içinde idare etti. Pax-Ottomana.)

 

Hem fikr-i milliyette bir zevk-i nefsanî var; gafletkârane bir lezzet  var; şeametli (uğursuz) bir kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, “Fikr-i milliyeti bırakınız!” denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfîdir, şeametlidir, zararlıdır; başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine adavetle (düşmanlıkla) devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise, muhasamet (hasımlaşma) ve keşmekeşe (iç karışıklığına) sebebdir. Onun içindir ki, hadîs-i şerifte ferman etmiş:

 

El İslamiyyetü cebbetil asabiyyetel cahilliyye..

 

(İslâm, Câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği ortadan kaldırmıştır.)

 

Kur’an da ferman etmiş:

 

İz ceallellezine keferu fi kulubihimül hamiyyete hamiyyetel cahiliyyeti feenzelallahu sekinetehü ala Rasulihi ve alel Mü’minine ve elzemehüm kelimetet Takva ve kaanü ehakka biha ve ehliha, ve kaanellahü bikülli şey’in Alima.  

 

(Kâfirler, kalblerine cahiliyet taassubundan ibaret olan o hamiyyeti yerleştirdiklerinde, Allah, Resulünün ve mü’minlerin üzerine sükûnet ve emniyetini indirdi ve onlara takvâda ve sözlerine bağlılıkta sebat verdi. Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi. Allah ise herşeyi hakkıyla bilir.” Fetih Sûresi, 48:26.)

 

İşte şu hadîs-i şerif ve şu âyet-i kerime; kat’î bir surette menfî bir milliyeti ve fikr-i unsuriyeti (ırkçılık fikrini) kabul etmiyorlar. Çünki müsbet ve mukaddes İslâmiyet milliyeti, ona ihtiyaç bırakmıyor.

 

Evet acaba hangi unsur (millet) var ki, üçyüz elli milyon vardır? (şimdi 1.5 milyar) Ve o İslâmiyet yerine o unsuriyet (yani türkçülük, arapçılık, kürdçülük vs.) fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedî kardeşleri kazandırsın? Evet menfî milliyetin, tarihçe pek çok zararları görülmüş.

 

Ezcümle: Emevîler bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa milletleri, şu asırda unsuriyet (ırkçılık, milliyetçilik) fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Alman’ın çok şeametli ebedî adavetlerinden (uğursuz ebedi düşmanlıklarından) başka; Harb-i Umumî’deki hâdisat-ı müdhişe dahi, menfî milliyetin nev’-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde ibtida-i Hürriyet’te (meşrutiyetin ilanından sonra), -Babil kal’asının harabiyeti zamanında “tebelbül-ü akvam” tabir edilen “teşa’ub-u akvam” (kavimlerin ortak dillerini unutup her birinin diğerinden ayrılmaları) ve o teşa’ub sebebiyle dağılmaları gibi- menfî milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pekçok “kulüpler” namında sebeb-i tefrika-i kulûb (kalplerin birbirinden ayrılması, soğuması sebebi olan), muhtelif milletçiler cem’iyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar, ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfî milliyetin zararını gösterdi.

 

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye (Müslüman milletler ve kavimler) içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet (ırkçılık, türkçülük)  fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenub (güney) tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.

 

İşte o dindaşlara adavet (düşmanlık) ise; dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ana dokunur. İslâmiyet ve Kur’ana karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine (ahiret hayatlarına) bir nevi adavettir. Hamiyet (millet, vatan sevgisi) namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır! (ahmaklıktır).

Dördüncü Mes’ele: Müsbet milliyet, hayat-ı içtimaiyenin ihtiyac-ı dâhilîsinden ileri geliyor; teavüne, tesanüte (yardımlaşmaya, dayanışmaya)  sebebdir; menfaatli bir kuvvet temin eder; uhuvvet-i İslâmiyeyi daha ziyade teyid edecek (İslam kardeşliğini daha çok kuvvetlendirecek) bir vasıta olur.

 

Şu müsbet fikr-i milliyet İslâmiyet’e hâdim (hizmetkar) olmalı, kal’a olmalı, zırhı olmalı.. yerine geçmemeli. Çünki İslâmiyet’in verdiği uhuvvet içinde bin uhuvvet (kardeşlik) var; âlem-i bekada ve âlem-i berzahta (cennette ve ruhlar aleminde) o uhuvvet bâki kalıyor. Onun için uhuvvet-i milliye ne kadar da kavî (kuvvetli) olsa, onun bir perdesi hükmüne geçebilir. Yoksa onu onun yerine ikame etmek; aynı kal’anın taşlarını, kal’anın içindeki elmas hazinesinin yerine koyup, o elmasları dışarı atmak nev’inden ahmakane bir cinayettir.

 

İşte ey ehl-i Kur’an olan şu vatanın evlâdları! Altıyüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri bin senedir Kur’an-ı Hakîm’in bayraktarı olarak, bütün cihana karşı meydan okuyup, Kur’anı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi, Kur’ana ve İslâmiyete kal’a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müdhiş tehacümatı (hücumları, saldırıları) def’ettiniz, tâ

 

Fesevfe Ye’tillahu bikavmin yuhibbehüm ve yuhibbuunehü, ezilletin alel mü’minine eizzetin  alel kafirine, yücahidune fi sebilillahi.. 

 

(Allah öyle bir kavim getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler. Mâide Sûresi, 5:54.)

 

ayetine güzel bir mâsadak (tasdik edici) oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve firenk-meşreb (Avrupa hayranı) münafıkların desiselerine uyup, şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!

 

Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anasır-ı İslâmiye (Müslüman kavimler)  içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Sair unsurlar gibi, müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa, Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.

 

Ey Türk kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. Ondan kabil-i tefrik değil (ayrılması mümkün değil). Tefrik etsen, mahvsın! Bütün senin mazideki mefahirin (iftihar kaynakların), İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefahir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde, sen şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefahiri kalbinden silme!

 

Beşinci Mes’ele: Asya’da uyanan akvam, fikr-i milliyete sarılıp, aynen Avrupa’yı her cihetle taklid ederek, hattâ çok mukaddesatları o yolda feda ederek hareket ediyorlar. Halbuki her milletin kamet-i kıymeti başka bir elbise ister. Bir cins kumaş bile olsa; tarzı, ayrı ayrı olmak lâzım gelir. Bir kadına, bir jandarma elbisesi giydirilmez. Bir ihtiyar hocaya, tango bir kadın libası giydirilmediği gibi.. “Körü körüne taklid dahi, çok defa maskaralık olur.” Çünki:

 

Evvelâ: Avrupa bir dükkân, bir kışla ise; Asya bir mezraa, bir câmi hükmündedir. Bir dükkâncı dansa gider, bir çiftçi gidemez. Kışla vaziyeti ile mescid vaziyeti bir olmaz.

 

Hem ekser enbiyanın (peygamberlerin çoğunun) Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın (filozofların büyük çoğunluğunun) Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını (kavimlerini, milletlerini) intibaha getirecek (uyandıracak), terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir.Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.

 

Sâniyen: Din-i İslâm’ı Hristiyan dinine kıyas edip, Avrupa gibi dine lâkayd olmak, pek büyük bir hatadır. Evvelâ: Avrupa, dinine sahibdir. Başta Wilson, Loid George, Venizelos gibi Avrupa büyükleri, papaz gibi dinlerine mutaassıb olmaları şahiddir ki; Avrupa dinine sahibdir, belki bir cihette mutaassıbdır.

 

Sâlisen: İslâmiyet’i Hristiyan dinine kıyas etmek, kıyas-ı maalfarıktır, o kıyas yanlıştır. Çünki Avrupa dinine mutaassıb olduğu zaman medenî değildi; taassubu terketti, medenîleşti.

 

Hem din, onların içinde üçyüz sene muharebe-i dâhiliyeyi intac etmiş (netice vermiş). Müstebid zalimlerin elinde avamı (halk tabakasını), fukarayı ve ehl-i fikri ezmeye vasıta olduğundan; onların umumunda muvakkaten dine karşı bir küsmek hasıl olmuştu. İslâmiyette ise, tarihler şahiddir ki, bir defadan başka dâhilî muharebeye sebebiyet vermemiş. Hem ne vakit ehl-i İslâm, dine ciddî sahib olmuşlarsa, o zamana nisbeten yüksek terakki etmişler. Buna şahid, Avrupa’nın en büyük üstadı, Endülüs Devlet-i İslâmiyesidir.

 

Hem ne vakit, cemaat-ı İslâmiye dine karşı lâkayd vaziyeti almışlar, perişan vaziyete düşerek tedenni etmişler.

 

Hem İslâmiyet, vücub-u zekat (zekatın farz oluşu) ve hurmet-i riba (faizin haram oluşu) gibi binler şefkatperverane mesail ile fukarayı ve avamı himaye ettiği;  

 

Efela yağkılün?  Efela yetefekkerun? Efela yetedebberun?   (Akıl etmezlermi? Tefekkür etmezmisiniz? Gereği gibi düşünmezlermi?)

 

gibi kelimatıyla aklı ve ilmi istişhad (şahit gösterdiği) ve ikaz ettiği ve ehl-i ilmi himaye ettiği cihetle daima İslâmiyet, fukaraların ve ehl-i ilmin kal’ası ve melce’i (sığınağı) olmuştur. Onun için, İslâmiyet’e karşı küsmeye hiçbir sebeb yoktur.

 

İslâmiyet’in Hristiyanlık ve sair dinlere cihet-i farkının sırr-ı hikmeti şudur ki:

 

İslâmiyet’in esası, mahz-ı tevhiddir; vesait ve esbaba (vasıtalara ve sebeplere) tesir-i hakikî vermiyor, icad ve makam cihetiyle kıymet vermiyor. Hristiyanlık ise “velediyet” (Hz. İsa’ya Allahın Oğlu) fikrini kabul ettiği için, vesait ve esbaba bir kıymet verir, enaniyeti (benlik ve gururu) kırmaz. Âdeta rububiyet-i İlahiyenin bir cilvesini azizlerine, büyüklerine verir.

 

İttehazu ahbarehüm ve ruhbanehüm erbaben min dünillahi..

 

(Onlar hahamlarını ve papazlarını kendilerine Allah’tan başka rab edindiler. Tevbe Sûresi, 9:31.)

 

ayetine mâsadak olmuşlar. Onun içindir ki, Hristiyanların dünyaca en yüksek mertebede olanları, gurur ve enaniyetlerini muhafaza etmekle beraber sâbık (geçmiş) Amerika Reisi Wilson gibi, mutaassıb bir dindar olur. Mahz-ı tevhid dini olan İslâmiyet içinde, dünyaca yüksek mertebede olanlar, ya enaniyeti ve gururu bırakacak veya dindarlığı bir derece bırakacak. Onun için bir kısmı lâkayd kalıyorlar, belki dinsiz oluyorlar.

 

Altıncı Mes’ele: Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki:

 

Evvelâ: Şu dünya yüzü, hususan şu memleketimiz, eski zamandan beri çok muhaceretlere (hicret ve göçlere) ve tebeddülâta (sınırların ve ülkelerin değişmesine) maruz olmakla beraber; Merkez-i Hükûmet-i İslâmiye bu vatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saireden (sair milletlerden) pervane (böceği) gibi çokları içine atılıp, tavattun etmişler (Osmanlı Devleti topraklarını vatan kabul etmişler). İşte bu halde Levh-i Mahfuz açılsa ancak hakikî unsurlar birbirinden tefrik edilebilir. (Allahın Ezeli İlmi ile herşeyi kayıt ettiği Büyük Levha-Kayıt ve Muhafaza Alemi açılsa, ancak hakiki ırklar birbirinden ayrılabilir). Öyle ise, hakikî unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyeti bina etmek, manasız ve hem pek zararlıdır. Onun içindir ki: Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin (ırkçıların) reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: “Dil, din bir ise; millet birdir.” Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.

 

Sâniyen: İslâmiyet’in mukaddes milliyeti, bu vatan evlâdının hayat-ı içtimaiyesine kazandırdığı yüzer faideden iki faideyi misal olarak beyan edeceğiz:

 

Birincisi: Şu devlet-i İslâmiye yirmi-otuz milyon iken, bütün Avrupa’nın büyük devletlerine karşı hayatını ve mevcudiyetini muhafaza ettiren, şu devletin ordusundaki Nur-u Kur’andan gelen şu fikirdir: “Ben ölsem şehidim, öldürsem gaziyim.” Kemal-i şevk ile ve aşk ile ölümün yüzüne gülerek istikbal etmiş. Daima Avrupa’yı titretmiş. Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli olan neferatın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir? Hangi hamiyet onun yerine ikame edilebilir? Ve hayatını ve bütün dünyasını severek ona feda ettirebilir?

 

İkincisi: Avrupa’nın ejderhaları (büyük devletleri) her ne vakit şu devlet-i İslâmiyeye bir tokat vurmuşlarsa; üçyüz elli milyon İslâmı  ağlatmış ve inletmiş. Ve o müstemlekât (sömürge) sahibleri, onları inletmemek ve sızlatmamak için elini çekmiş, elini kaldırırken indirmiş. Şu hiçbir cihette istisgar edilmeyecek (küçümsenmeyecek) manevî ve daimî bir kuvvetüzzahr (yedek-destek kuvvet) yerine hangi kuvvet ikame edilebilir? Gösterilsin! Evet o azîm manevî kuvvetüzzahrı, menfî milliyet ile ve istiğnakârane hamiyet  ile gücendirmemeli!

 

Yedinci Mes’ele: Menfî milliyette fazla hamiyetperverlik gösterenlere deriz ki: Eğer şu milleti ciddî severseniz, onlara şefkat ederseniz öyle bir hamiyet taşıyınız ki, onların ekserisine şefkat sayılsın. Yoksa ekserisine merhametsizcesine bir tarzda, şefkate muhtaç olmayan bir kısm-ı kalilin (az bir kısmının) muvakkat gafletkârane hayat-ı içtimaiyelerine hizmet ise, hamiyet (vatan-millet sevgisi) değildir. Çünki menfî unsuriyet fikriyle yapılacak hamiyetkârlığın, milletin sekizden ikisine muvakkat faidesi dokunabilir. Lâyık olmadıkları o hamiyetin şefkatine mazhar olurlar. O sekizden altısı, ya ihtiyardır, ya hastadır, ya musibetzededir, ya çocuktur, ya çok zaîftir, ya pek ciddî olarak âhireti düşünür müttakidirler ki; bunlar hayat-ı dünyeviyeden ziyade müteveccih oldukları hayat-ı berzahiyeye ve uhreviyeye (ölümden sonraki ruhlar alemi ve ahiret hayatına) karşı bir nur, bir teselli, bir şefkat isterler ve hamiyetkâr mübarek ellere (onlara ebedi hayatın müjdesini verecek, isbat edip gösterecek yardımcı kardeşlere) muhtaçtırlar. Bunların ışıklarını söndürmeye ve tesellilerini kırmağa hangi hamiyet müsaade eder? Heyhat! Nerede millete şefkat, nerede millet yolunda fedakârlık?

 

Rahmet-i İlahiyeden ümid kesilmez. Çünki Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem Ordusunu ve muazzam Cemaatini, muvakkat ârızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o Nuru ışıklandırır ve vazifesini idame (devam) ettirir… Kılıncını ayağına vurdurmaz, düşmanına vurdurur. Ağlayan Alem-i İslamı güldürür…

 

(Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, 26.Mektub-3. Mebhas)..

Yorum bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir