Vahdet ve Tefrika
S: İslâmî vahdetin tanımını yapar mısınız?
“İslâmî vahdet” tamlamasının lûgat mânâsı “İslâm’a dayalı birlik”tir. Bu kavramı nazarî olarak şöyle tanımlamak mümkündür: Din olarak İslâm’ı seçme ve müslüman olma ortak vasfının birleştirdiği büyük kitle ve birlik. Bu kitlenin dînî ve tarihî kaynaklarımızdaki adı “İslâm ümmeti”dir. En geniş ve müsâmahalı yorumlara göre İslâm dairesi içinde kalan fert ve topluluklar İslâm ümmetini oluştururlar. Bu mânâda ümmet, yalnızca bir teori değil, aynı zamanda bir vâkıadır; tarihte ve günümüzde böyle bir İslâm ümmeti (İslâm birliği) mevcuttur.
Dîni yorumlama, uygulama ve hedeflerini gerçekleştirme konularına gelindiğinde İslâm’a (yalnızca müslüman olmaya) bağlı vahdetin ortadan kalktığını, bunun yerini “belli bir yorum, uygulama ve siyaset / taktik husûsunda birleşen gruplara ait birliğin (birliklerin)” aldığını görüyoruz. İşâret etmek gerekir ki bu gruplaşmalar her zaman ümmet birliğini ortadan kaldırmaz; başka bir deyişle ümmet birliği içinde -bu birliği bozmayan- gruplaşmalar da olabilir. Meselâ fıkıh ve inanç konusundaki Sünnî mezhebleri ele alalım: Bunların varlığı, asırlar boyu ümmetin birlik ve bütünlüğünü bozmamış, bu mezheblere bağlı olanlar, daha toplayıcı bir kavram ve vasıf içinde (Ehl-i Sünnet olarak) bir vahdet teşkil etmişlerdir. Tarikatler bu oluşumun bir başka örneğidir; Sünnî tarikatlere bağlı oluş, bu mânâda bir gruplaşma, ümmet birliğini bozan bir tefrika oluşturmamıştır.
Bunlara karşı geçmişte siyâsî yorum ve eylemlere dayalı gruplaşmalar ile zamanımızda İslâmlaşma yolu ve taktiği konusundaki ihtilâflar, grupları birbirine düşüren, ümmet birliğini bozan, dostu düşmanı birbirine karıştıran gelişmeler olmuştur.
S: İslâmî Vahdet, değişik anlayışlara, meşreplere, mezheplere ve yöntemlere sahip müslümanların hep birlikte bir çatı, bir hizip altında birleşmesi midir? Böylesi bir İslâmî Vahdet sizce mümkün müdür? Evet diyorsanız, günümüzde niçin bu böyle olmamaktadır da, müslümanlar arasındaki ihtilâflar çatışmalara/düşmanlıklara dönüşebilmektedir? Hayır diyorsanız, İslâmî Vahdet’in hangi anlayış temelinde sağlanabileceğine inanıyorsunuz?
İslâm tarihi boyunca herkesin aynı düşünceyi, yaklaşımı, temâyülü benimsemesi mânâsında bir İslâm birliği nâdiren -belki Rasûlullah (s.a.v) zamanında- gerçekleşmiştir. Genel olarak gerçekleşen hâl, yaşanan vâkıa ihtilaftır. Allah Teâlâ insanların farklı düşünme, inanma ve yapmalarını istemediği hususları peygamberleri vasıtasıyla açıklamış; açıklanan konular dışında farklı düşünce, inanç ve uygulamaya izin vermiştir.
Şâfiî gibi bazı müctehidler, Şâri tarafından açıklanmış konularda meydana gelen ihtilâflara “tefrika”, serbest sâhada meydana gelenlere ise ihtilâf ismini vermişlerdir. Bunlardan birincisi ilâhî irâdeye aykırıdır, yasaktır, hoş karşılanmamıştır. İkincisi ise serbesttir, rahmettir, ümmete düşünce ve eylemde genişlikler, imkânlar, zenginlikler bahşeder. Farklı düşünmek, inanmak ve yapmanın caiz olduğu (ictihada izin verilmiş bulunan) sâhada ortaya çıkan ihtilafın, ümmete rahmet olacak yerde zahmet (tefrika, çatışma, düşmanlık…) olmasının sebebi hıyânet, cehâlet, menfâat ve taassup sebeplerinden biri, yahut birkaçıdır.
Bu zahmeti ortadan kaldırmak ve ümmetin, olabildiğince vahdetini sağlamak için bir esasa, bir de heyete ihtiyaç vardır. Esastan maksat, bir kişi veya grubun ümmet birliğine dâhil olup olmadığını belirleyen temel düşünce, inanç ve uygulama bütünüdür. Heyetten maksat ise kaynakları ve tarih
boyu süregelen uygulamaları yeniden yorumlayarak bu esası belirleyecek selâhiyetli ve güvenilir ulemâdır. Heyet bu esası belirledikten sonra müslümanlar, artık kendi husûsi ictihad, inanç ve meyillerini değil, bu esası hakem kılacak, insanları buna göre değerlendirecek, kendinden veya yabancı bilecektir.
Böyle bir belirleme ve anlayışın gerçekleşmesi şüphesiz zaman alacaktır. O zamana erişinceye kadar tefrikanın ümmeti yiyip bitirmemesi için geçici bir uzlaşma zemini bulunabilir. Meselâ fıkıh kitaplarının sapık mezheblere ve devlete isyân edenlere ayırdığı bölümde (bağy, buğât, havâric…) verilen bir formül bu konuda işe yarar gözükmektedir: “Şâri tarafından beyân edilen İslâmî hükümlere aykırı (başka bir deyişle Ehl-i Sünnetin inanç ve uygulamalarına aykırı) düşen inanç ve davranışlar, gerçeklerin inkârına değil de farklı yorumuna (tevile) dayanıyorsa, bunları benimseyen gruplar eyleme ve saldırıya geçmedikçe kendilerine dokunulmaz; yani ümmet birliğini bozan eyleme izin verilmez, fakat bütün genişliği ile düşünme ve yorumlama hürriyeti tanınır.” Ümmet içinde oluşmuş gruplar birbirlerine böyle bakar ve bu anlayış içinde yaklaşırlarsa:
- a) Gruplar arasında çatışma durur.
- b) Düşmanlığın yerini yumuşama alır.
- c) Aynı düşünce, yorum ve temayülün hâsıl olduğu noktalarda dayanışma, yardımlaşma, birlikte hareket imkânları hâsıl olur.
- d) Barışı bozan, haksız eylem ve tecavüze kalkışanlara karşı ümmetin cumhûru (diğer grupların teşkil ettikleri bütün) birlikte harekete geçerek onları hakka ve adâlete dâvet eder, cebir kullanarak bu çizgiye getirirler.
S: İslâmi Vahdet, illa da herkesin aynı çatı altında bir araya gelmesi olayı mıdır, yoksa benzer düşüncede/yaklaşımda olanların öncelikle kendi aralarında gerçekleştirmeleri gereken bir olgu mudur? Bu cümleden olarak, kendi aralarında birliktelikler oluşturan müslümanların, dışlarındaki müslüman kişi ve gruplara da kardeşlik hukûku çerçevesinde yaklaşmaları mıdır?
İslâmî vahdet herkesin aynı çatı (inanç, düşünce, yorum, yaklaşım) altında birleşmesi değildir. Böyle olsaydı İslâm’da ictihada, yorum ve bunlara dayalı ihtilâfa izin verilmezdi, mezheb, meşreb ve tarikatler olmazdı. İslâmî vahdet -teşbihte hatâ olmazsa- bütün bu farklı malzemenin bir ümmet binasını kuracak kâbiliyette, vasıfta, özellikte olması, birbirini tamamlayarak bir ümmet bahçesini teşkil etmeleridir. Bu binâda ve bahçede dışlanacak malzeme, bütünlüğü bozan, yapıyı zayıflatan, bahçeyi harâb edecek olan yabancı malzemeler ile zararlı bitkilerdir (Münâfıklar, düşmanlar, hâinler, hakka boyun eğmeyenler, haksız eyleme kalkışanlardır..)
Bu teşbîhi biraz açmak gerekirse önce aynı düşünce ve yaklaşımda olanlar kendi aralarında birlikler oluştururlar; sonra bu birlikler “bizden olanı olmayandan, dostu düşmandan” ayıran daha geniş ölçüler kullanarak aralarında yaklaşma, dayanışma ve bütünleşmeye giderler.
S: Siz hangi anlayış ve zihniyet erbabıyla birleşilemeyeceğine inanıyorsunuz? Veya hangi anlayışta ve yaklaşımda olan kişi ve gruplarla birleşilebileceğine inanıyorsunuz? Yani çok açık ve somut konuşacak olursak, vahdet anlayışınız, kimleri (zihniyet planında elbet) dışta, kimleri içte bırakıyor?
Eskilerin bence güzel olan bir kâideleri vardır: “Lüzûm-i küfür değil de, iltizâm-ı küfür küfrü gerektirir.” Bu kâideye göre bir kimsenin İslâm dairesinden dışarı çıkması, müslümanlara göre yabancı sayılabilmesi için küfrü (müslümanlığa sığmayan bir düşünce ve inancı) bilerek ve gönülden benimsemiş olması gerekir. Kişi, küfrü gönülden ve bilerek benimsemediği müddetçe, onun bir yorum veya davranışı, bir başkasına göre dinden çıkmasını gerektiriyor diye o kâfir sayılamaz; yani gerçekte kâfir olmaz.
Tevîlin (yorumun) usûlüne uygun olarak yapılmamış olmasından önemli hatâlar doğabilir; böyle yorumlar kişi ve grupları, Allah ve Rasûlü’nün (s.a.v.) murâdı olan İslâm yolundan uzaklaştırabilir, ancak tevil bulundukça küfre hükmetmek, tevil sahiplerini İslâm ümmetinden dışlamak oldukça düşünülmesi
gereken, sorumluluk getiren bir hüküm olur. Bence tevil, kişinin şahsî düşünce, keşif, ilhâm ve temâyülünü vahyin üstüne çıkarıyor, vahyi geri plâna itiyor, açıkça veya doğurduğu sonuç itibârıyla akla ve ilhâma dayanan bir din getiriyorsa bu tevil sahipleri ile birleşilemez. İslâm adına ortak bir hizmet gerçekleştirilemez. İhtilâf vahye öncelik vermemekten değil de, onun sübutu (bize sağlam olarak intikâli; ki, bu ancak hadîsler için söz konusudur), yahut usûlünce yorumdan kaynaklanıyorsa bu ihtilâf grupları ile işbirliği mümkündür ve gereklidir.
S: Müslüman gruplar kendi aralarında nasıl bir diyalog ve dayanışma örneği sergileyebilir? Yani varolan ihtilâfları nasıl müsbete dönüştürebilirler? İhtilâfları düşmanlığa dönüştüren menfî tutum sizce hangi önlemlerle engellenebilir? Kısacası, müslüman kişi ve grupların birbirleriyle nasıl bir ilişki biçimi içinde olmaları gerektiğine inanıyorsunuz?
Bu soruya, yukarıdaki cevaplarda kısmen temas etmiş ve cevaplar vermiş olduk. Asıl çare ile geçiş dönemi uygulaması hakkındaki düşüncelerimizi de açıkladık. Burada şunları eklemek uygun olabilir:
a) Bir hadîs-i şerîfe göre bu ümmet içinde kıyâmete kadar hakkı ayakta tutacak, onun hâkim olmasını sağlayacak bir tâife (grup) daima var olacaktır. Hakka taraftar olmak, hakkı desteklemek ve onu hâkim kılmak herkesin, her grubun iddiasıdır. Ancak bu iddiâların isâbetli olanını olmayanından ayıran “hak ölçüsüdür”; yani hakkın, haklının hangi ölçü ile tesbit edildiğidir. Eğer bu ölçü Kitâb, Sünnet ve bunların ilme dayalı yorumu ise isâbet ihtimâli çok yüksektir ve tutulacak yegâne yol da budur. Hak ölçüsü şahıslar, menfâatler, şartlanmalar, taklitler… ise isâbet ihtimâli çok zayıftır. İlim yerine zanna, hakka itâat yerine nefsânî arzulara uyanlara hakkın temsilcisi ve teyidçisi denilemez. Şimdi ümmet içinde Kitâb ve Sünnet’in ışığında aklı ve ilmi kullanarak çözümler üreten, bütün gruplara bu ölçüler içinde âdil bakan ve yaklaşan bir gruba ihtiyaç vardır. Bu grup ihtilâfların azalmasında önemli rol oynayacaktır.
b) Müslümanlar tarafsız Ulemâ Heyetinin irşâtlarıyla bir yandan ortak düşünce, inanç ve yaklaşımlarının sayısını artırırken, diğer yandan -hiç vakit geçirmeksizin- aynı düşünce ve yaklaşımı benimsedikleri sâhalarda işbirliğine, dayanışmaya girişmelidirler. Aynı anlayış içinde, aynı maksadı gerçekleştirmeye yönelik işbirliği kadar insanları birbirine yaklaştıran davranış biçimi az bulunur.
c) Sahâbeden birisi bir savaşta, kelime-i tevhidi ifade ettiği hâlde bir düşmanı öldürmüştü. Savaştan dönünce durumu Hz. Peygamber’e (s.a.v) şikâyet ettiler. Efendimiz (s.a.v.) o kişiyi çağırarak niçin öldürdüğünü sordu. “Samîmi değildi, canını kurtarmak için son anda söyledi” cevabını alınca “Sen onun kalbini yarıp gönlünden geçenleri okudun mu, samimi olmadığını nereden biliyordun? Allah’ım, ben bunun yaptığından berîyim, beni bundan sorumlu tutma!” buyurdu. Müslümanlar birbirlerini değerlendirirken objektif, elle tutulur, gözle görülür kıstaslara dayanmalı; zan, tahmin, vehim, iftirâ, dedikodudan uzak durmalı, bunlara kapılmamalıdırlar. Elde kesin deliller bulunmadan bir kimsenin canına, malına, namusuna dokunmaya hiçbir kimsenin hakkı yoktur. Elde kesin delil bulununca da icrânın makamları vardır. Hem hâkimi, hem infazcısı (önce küfrüne veya fıskına hükmedip sonra öldüreni veya döğeni) taraflar olan düzene ancak “anarşi ve zulüm” düzeni denebilir. Müslümanların birbirlerine karşı hüküm ve davranışlarında bu ölçüleri elden kaçırmamaları gerekir.
d) Kur’ân-ı Kerîm Allah yoluna çağırmada kullanılacak ölçüleri “hikmet, güzel öğüt ve en uygun metod ile mücadele” şeklinde sıralamıştır. Herkes dâvetçi olamaz; dâvetçinin en azından hikmeti, güzel öğüdün muhtevâ ve usûlünü, mücadelenin en uygun yolunu bilecek kadar ilim ve marifet sahibi olması gerekir. Marûfu emir, münkeri nehiy konusunda önce elin, sonra dilin, sonra gönülden itirâzın emrolunması, yukarıda geçen dâvet prensibine aykırı değildir. Çünkü dâvet kişiye marûf ve münkeri anlatmak, bu konuda inanç ve görüş birliği sağlamak maksadına yöneliktir; bunun için hikmet, öğüt ve uygun mücadele yolu kullanılacaktır. Kişi dâveti kabûl edip marûfu marûf ve münkeri münker bildikten sonra, buna aykırı davranırsa, ona müeyyide uygulanacaktır. Bir şeyin marûf ve münker olduğu konusunda anlayış ve yorum farkı varsa, bu
giderilmeden müeyyide uygulamaya kalkışmak dînin maksadına aykırıdır ve yalnızca tefrîka doğurur.
e) “Önce dinle, sonra vur” denilmiştir. Önce karşı grubu dinlemek, anlamaya çalışmak gerekir. Gruplar birbirini nasıl anlayacaklar? Günümüzdeki gidişe bakılırsa her grup, karşı grubu, kendi grubunun değerlendirmesine göre tanıyor ve anlıyor; bunun ise kişileri yanlış anlama ve değerlendirmelere götüreceği bellidir. Karşı grubu onların yetkili ağız ve kalemlerinden, sonra da tarafsız ulemâ ve uzmanların açıklamalarından tanımak ve değerlendirmek gerekir.
f) Karşı grubu değerlendirirken insâf ve adâletten ayrılmamak, her unsura ve vasfa ayrı ayrı hakkını vermek, sonra genel bir kanâate varmak gerekir. İki grup düşünelim, bunlar aynı imân esalarına inanmış, İslâm’ın insan hayatının çeşitli boyutları ile ilişkisi konusunda da aynı görüşü benimsemiş olsunlar. Farkları lider veya maksada ulaştıran yol ve taktik konusunda olsun; imdi bu iki grup birbirini değerlendirirken ortak noktaları bir kalemde geçer, farklı noktaları büyütür, fer’i aslın, vesileyi maksadın, önemsizi önemlinin, ihtilâflıyı ittifaklının üstüne geçirir, önüne alırlarsa insâf ve adâletten ayrılmış, doğru yoldan sapmış olurlar.
Bu örnekte adâlet ve insâf ancak şöyle bir değerlendirme ile gerçekleşir: “Karşı grup ile biz, hepimizi bağlayan konularda ittifak etmişiz. Ayrıldığımız hususlar farklı ictihad ve yorumlara dayanıyor, bizim kadar onların da bu konularda ictihad ve yorum hakları vardır. Bize göre onlar bu noktalarda isâbetsiz bir ictihadda bulunmuşlardır, onlara göre de biz öyleyiz; hepimizin niyeti iyi, usûlü meşrû ve ilmî, niyeti kulluk, şu hâlde Allah her ikimize de ecir verirken, her ikimizi de kulluğuna kabûl buyururken biz niçin birbirimize düşman olalım, soğuk bakalım, uzak duralım, en azından duâ ederek birbirimizi desteklemeyelim!”
Müslümanlar birbirlerini değerlendirirken objektif, elle tutulur, gözle görülür kıstaslara dayanmalı; zan, tahmin, vehim, iftirâ, dedikodudan uzak durmalı, bunlara kapılmamalıdırlar. Elde kesin deliller bulunmadan bir kimsenin canına, malına, namusuna, haysiyetine dokunmaya hiçbir kimsenin hakkı yoktur.
Hayreddin Karaman